Olamayış
İyi hissetmiyorsun. Ağrılar içinde uyandın yine. Sol memendeki yumru günden güne büyüyor. Fakat umurunda değil işte. Seni öldürecek olanın o olmadığını biliyorsun çünkü. Birçok şeyi biliyorsun. Seni öldürmeyecek olan fakat seni mahveden birçok şeyi biliyorsun. Ve tüm bunlarla birlikte seni öldürecek olanı da...
Zil çalıyor. Bakıp bakmamak arasında gidip geliyorsun. Meraktan değil ama bir iş yapmanın gücünü hissetmek istediğinden kapıya doğru yöneliyorsun. Kilitleri açman yaklaşık bir dakikayı buluyor. Bunca kilidi ne zaman taktırdığını pek hatırlamıyorsun. Tuhaf. Kapıda bir kilit ya da birçok kilidin olması ya da hiç olmaması sana bir anlam ifade etmiyor. Çünkü sen hiçbir koşulda kendini güvende hissetmiyorsun. Kilitleri açtın, karşına postacı çıkıyor. Elinde bir zarf, adını söylüyor. Benim diyorsun. Zarfı uzatıyor. Alıyorsun. Elinde evirip çevirip kimden geldiğini anlamaya çalışırken postacı merdivenlerden iniyor. Kapıyı kapatıp içeri giriyorsun fakat bu defa kapıyı kilitlemeden. Yıllardan beri değiştirmediğin eski bir koltuğun var, kendini üzerine atıyorsun. Zarfın üzerinde kimden geldiğine dair herhangi bir ibare bulamıyorsun. İçinde merak uyanması gerekir değil mi, uyanmıyor. Masaya fırlatıp öylece oturmaya devam ediyorsun. Gönderen her kimse sende bir gizem oluşturmaya çalışmış olmalı fakat sen oldum olası hoşlanmazsın böyle şeylerden. Bir şey ya var ya yok olmalıdır. Ortası seni çıldırtır çünkü. Koltuktan kalkıyorsun, bir müddet camdan dışarıyı izliyorsun. Gelenler geçenler hep bir acele içindeler. Hep bir yarış, hep bir rekabet. Çünkü yaşadığın çağ herkesi buna zorluyor. Sense bu yarıştan dışarıda kalıp onlar gibi olmamaya çalışıyorsun. Onları özlerini kaybetmiş insanlar güruhu olarak görüyorsun. Ve senin en büyük korkunsa özünü, saflığını kaybetmek. Onlar olmadan nesin ki?
Hava soğuk, için ürperiyor. Acaba mutfakta hiç çay var mı, diye düşünüyorsun. Demlemedin ki olsun. Demleyebilirsin fakat çok da istemediğini fark ediyorsun. İçini ısıtacak başka bir şey lazım. Çünkü için bir şekilde ısınmalı. Anılarına saklanıyorsun. Onlarda kayboluyorsun. İçin ısındı mı, belki daha çok üşüdü. Fakat yüzünde buruk da olsa bir tebessüm var. İyi bir şey olabilir. İçini çekiyorsun...
Koltuğun içine daha da gömüldün. Şu an gömüldükçe gömülüp yerin dibine girmek istiyorsun. Bir anda her şey anlamsızlaştı. Zaten çok da bir anlamı yoktu. Kayboluyorsun, düşüncelerinin arasında. Ve bir anda bir şey fark ediyorsun. Bu çağ endişe çağı, kaygı çağı... ve fakat sende bunların hiçbiri yok. Ne bir endişe, ne bir stres; kaybedecek neyin varsa kaybettin.
Birden ağrı giriyor yine memene. Büzülüyorsun. Saymaya başlıyorsun içinden. 1... 2... 3... 4... 5... Birazdan geçecek, sabretmen gerektiğini biliyorsun. Sabır, yalnızca sabır. Neye sabrediyorsun? Seni öldürmeyecek olduğunu bildiğin acıya. Acıya neden sabrediyorsun? Çünkü o sana ait. Sana ait olan her şeyi kabul ediyorsun. Sadece vakti geldiğinde onların senden ayrılacağını biliyorsun.
Zaman geçiyor aradan biraz. Vücudunda bir gevşeme. Koltuğa kıvrılıyorsun.
Kapı çalıyor. Açıyorsun. Karşında sana bakan kumral saçları iki yandan örülü küçük bir kız çocuğu. Koşup sarılıyor sana. Onu kucağına alıyorsun. Küçücük dudaklarını senin çökmüş yanaklarına koyuyor. "Seni çok özledim anneciğim"diyor. Seni öpücüklere boğuyor. O an her şeyi unutuyorsun. Şu anın saflığını hiçbir şeye değiştirmezsin. Kızını yere indiriyorsun. Banyoya koşuyor. Kapıyı kapatırken gözün kapının hemen yanındaki fotoğrafa ilişiyor. Bakakalıyorsun. Arkadan gelen tatlı nahif ses "çok mu sevdin anne, babamı" diyor. Cevap veremiyorsun. Gözlerin doluyor. Hayat bocalanıyor. Yere çöküyorsun. Hıçkırıklar içinde ağlayarak. Küçük kızın yaşından olgun, büyüklere has bir üslupla "üzülme anne diyor ben babam gibi seni terk etmeyeceğim" kızına sarılıyorsun, sonsuzluğa sarılır gibi. Fakat bu olamaz. Birden hatırına geliyor, kızını beş sene evvel kaybettiğin.
Uyanıyorsun. Derin bir boşluktasın. Kızını uzun zamandır hatırlamadığını fark ediyorsun. Kendini suçluyorsun bunun için. Eşin de seni suçlamıştı. Herkes, herkesi suçlamak için her koşulda her bahaneyi bulur. Yeter ki suç atılacak bir günah keçisi bulunsun. Sen de bir günah keçisiydin. En hak etmeyenlerinden.
Beş sene önceye gidiyorsun. Bir akşam vakti. Gece olmak üzere. Evde yalnızsın. Sancılanıyorsun. Hareket edemiyorsun. Bacaklarının arasında bir sıcaklık hissi.. Etrafın ıslanıyor. Korkuyorsun. Kilitlenmiş gibisin. Sancıların sıklaşıyor. Nefes kontrolü yapmaya çalışıyorsun, nafile. Ayağa kalkabilsen telefondan yardım çağıracaksın ama gücün yok. Sancıların daha da kötüleşiyor. Bu defa yoğun bir sıcaklık duyuyorsun bacaklarının arasında. Elinle kontrol ediyorsun. KAN. Acaba normal mi diye düşünüyorsun. Fakat bu çok fazla! Bayılıyorsun.
Uyandığında bembeyaz bir odadasın. Kılını kıpırdatacak gücün yok. Gözlerin açılıyor ağır ağır. Kimseler yok. Bir hastane burası. Gayriihtiyari ellerin karnına gidiyor. O da ne? Bebeğin yok! Çıldıracak gibi oluyorsun. Bir hınçla ayağa kalkıyorsun. Fakat başın dönüyor. Yere düşecek gibi oluyorsun. Sağ elinle duvarlardan destek alarak kendini kapıdan dışarı atıyorsun. Sakin bir koridor karşılıyor seni. Kimsecikler yok, sanki terk edilmiş gibisin. Yürüyorsun. Fakat yürümek çok zor, yere düştün artık sürükleniyorsun. Beyaz önlüklü biri çıkıyor karşına. '' Aman hanımefendi, ne yapıyorsunuz'' diyor. Karnını göstererek ''bebeğim'' diyorsun. Derin bir sessizlik. Anlıyorsun. Ağlayamıyorsun. Donup kalıyorsun. Odana geri dönüyorsun. Ağrılar içindesin ama üzerini değiştirip hastaneden çıkıyorsun. Geceye kadar yürüyorsun. Eve geldiğinde eşini bulamıyorsun. Hastanede var mıydı, bilmiyorsun. Arıyorsun, açmıyor. Kendini o eski koltuğa atıyorsun. Masada ''senin için'' yazan katlı bir kağıt görüyorsun. Açıp okuyorsun. '' Evliliğimizi kurtaracak tek şeye de sahip çıkmayı beceremedin. '' Şey...'' Çocuğunuza ''şey'' demiş. Şaşırmıyorsun. Hamile olduğunun haberini aldığında onu hiç istememişti oysa, şimdi bu suçlamasını mantıksız buluyorsun. Onun için bir bahane olduğunu biliyorsun. Senin en büyük hatan, kendine ait bir insanla evlenmekti. O seni suçladığı hâlde ve başına bir gün bu terk edilişin geleceğini bildiğin hâlde onu suçlamıyorsun. Sen onu hiç suçlamadın. Birini sırf ''kendi'' oldu diye suçlamamın haksız olacağını biliyorsun. Susuyorsun, sustukça susuyorsun.
Kızın bugün beş yaşında. Kumral saçları olacakmış demek, diyorsun. Babası gibi. Kalkıyorsun. Kalkarken masaya attığın adsız zarfa ilişiyor gözlerin. Cebine atıyorsun. Üzerine paltonu çekip çıkıyorsun. Bir saat kadar yürüyüyorsun. Havanın soğukluğuna aldırış ettiğin yok. Rüzgar estikçe esiyor. Kabristanlığa geliyorsun. Ürkek adımlarla kızının mezarına geliyorsun. Toprağına sürüyorsun elini. ''Üşüyor musun, kızım?'' diyorsun. Ses yok. Üşümediğini biliyorsun ama o küçücük mezarcığa, o ufacık toprak yığınına sarılıyorsun. ''Affet beni, kızım!'' diyorsun. Sanki toprağın altından bir ses geliyor. ''Suçlu sen değilsin ki anneciğim...'' Daha çok sarılıyorsun. ''Zarfı aç anne!'' Şaşırıyorsun. Evden çıkarken cebine attığın zarfı yırtıyorsun. İçinde kısacık bir not:
'' İnsan belli bir olgunluğa gelmeden adım atmamalıymış hayata. Bugün öğrendim. Sana yaşattığım her şey için affet beni sevgilim... Eğer her şey için geç değilse 11 Şubat'ta buluş benimle. Seni nerede bekleyeceğimi biliyorsun. Özlemle...''
Sen her şeyin artık çok geç olduğunu biliyorsun. Çünkü sen ölmek üzeresin. Bugün tam burada, kızının kucağında öleceksin. Günlerden 9 Şubat. Eline kalem alıp kağıda bir şeyler karalıyorsun. Kağıdı sımsıkı tutuyorsun. Memendeki ağrıyı son defa hissediyorsun. Üşüyorsun. Gözlerin kapanıyor ağır ağır. Göçüyorsun...
***
Günlerden 11 Şubat'tır. Kabristanlığa kumral saçlı bir adam girmektedir. Heyecanlıdır. Elinde bir demet papatya. Tüm ölülere selam vererek ilerler. Birkaç adım daha attıktan sonra duraklar. Koşar. Mezarın üstündeki kadını çevirir. İrkilir. Somsoğuk ve bembeyazdır kadın. Yaşlar boşanır gözlerinden kumral saçlı adamın. Kucaklar kadını, sarılır ona. Elindeki kağıdı fark eder. kilitlenmiş parmaklarını güçlükle açar. Okur.
''Affetmek... Seni hiçbir zaman suçlamamışken...''
Kumral saçlı adamın gözlerinden yaşlar hızla boşalır. Ahının dumanı gökleri deler. Mezarın diğer tarafına uzanır. Kadının elini elinin içine alır. Papatyaları tutturmaya çalışırken hüzünle gülümseyerek ''papatyaların samimiyeti'' der. ''Papatyaların samimiyetini severdin.'' Gözlerini kapatır. Ebediyete...
***
Şimdi mutlu mudurlar?
Yorumlar
Yorum Gönder